Gümüşhane Biyografi Sitemize Hoşgeldiniz, 29 Mart 2024
Beğen 12

Ahmed Kamil AKDİK

Ahmed Kamil AKDİK
 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısında eserleri ile sanat tarihimizde iz bırakan ve “Reîsü’l-Hattâtîn” unvânını alan önemli bir şahsiyettir. Aslen Gümüşhane Merkez Mescitli köyündendir.

 

29 Kasım 1861’de İstanbul’da Fındıklı’da bugünkü Mimar Sinan Üniversitesinin (eski Devlet Güzel Sanatlar Akademisi) tam karşısında, sonradan yanan küçük bir evde doğdu. (Kaderin dikkate değer bir tecellisidir ki ömrünün son beş yılını hüsn-i hatt hocası olarak Devlet Güzel Sanatlar Akademisinde sürdürmüştür.) Tersâne-i Âmire Erzak Anbarı Başkâtibi Hacı Süleyman Efendi’nin oğludur. İlk tahsilini yaptığı Zeyrek Çukurçeşme’de Sâliha Sultan Sıbyan Mektebinde yazı hocası Süleyman Efendi’den hat meşketti. Fâtih Rüşdiyesini bitirdikten sonra Dahiliye Muhasebesine memur oldu (1880). Bu arada meşhur hattat, zamanının çeşitli yazılarda en büyük üstâdı olan Sâmi Efendi’ye (1837-1912) dört yıl devam ederek sülüs-nesih yazılarından icâzet aldı (1884). Bu icâzet-nâmeyi dönemin sayılı hattatlarından Şevki Efendi de tasdik etti. Hocasının arzusuyla Kâmil mahlasını Hâşim’e çevirdi. Bu sebeple 1887-1890 yılları arasındaki yazılarında Ahmed Hâşim imzasına rastlanmaktadır. Fakat bir müddet sonra tekrar Ahmed Kâmil ve Kâmil mahlaslarını kullanmaya başladığından bu isimlerle tanındı.

 

1879’dan beri tanıdığı Sâmi Efendi’den hiç ayrılmamış ve ustasıyla kendisi için çok feyizli olan bu çalışma, 1901’e kadar 22 yıl devam etmiştir. Kâmil AKDİK, her hafta muntazaman üç dört defa Sâmi Efendi’nin evine gider ve her defasında yanında iki üç saat kalırdı. Sâmi Efendi’nin Kâmil AKDİK’in istidadına karşı büyük hayranlığı ve hürmeti vardı. Bu anlaşma ikisi arasında âdetâ bir baba evlat muhabbeti doğurmuştu. Kâmil AKDİK, bazan doğrudan doğruya hocasının verdiği meşkler üzerinde çalışır, bazen da geçmişteki büyük ustaların eserlerini tahlil ederek yaptığı etüdlerini tenkide ve tashihe arz ederdi. Önce pasif bir dikkat kesilen Kâmil AKDİK, yavaş yavaş, seneler geçtikçe tenkitlere mukabeleye başlamış ve nihayet bu dersler ikisinin birden münâkaşa ile yaptıkları bir tahlil ve araştırma haline gelmiştir.

 

Sâmi Efendi’nin yetiştirdiği başlıca talebeler; Nazif Bey, Tuğrakeş Hakkı, Ferid Bey, Hulûsî, Hasan Rıza, Kâmil AKDİK, Aziz Ömer Vasfi, Necmeddin OKYAY’dır. Yazıdaki kabiliyet ve başarısı sebebiyle Dîvân-ı Hümâyûn Mühimme Kaelmine tayin edildi (1894). Burada Sâmi Efendi’den dîvânî ve celî-dîvânî yazılarını ve tuğra çekmesini öğrenerek ertesi yıl nâme-nüvisliğe getirildi. Nâme-nüvisler, Babıali’de Osmanlı hükümdarlarının yabancı devlet başkanlarına, Kırım hanlarına ve Mekke kenti şeriflerine yazdıkları mektupları kaleme almakla görevliydiler. Üstadı Sami Efendi 1909’da emekliye ayrılınca onun yerine Nişân-ı Hümâyûn Kalemi mümeyyizliğine ve Hutût-ı Mütenevvia muallimliğine getirildi. Bu görevine 1914’te yeni açılan Medresetü’l-Hattâtîn sülüs-nesih hocalığı ile Galatasaray Sultânîsi rik’a dersleri hocalığı da ilâve edildi (1918). Bâbıâli’nin lağvedilmesiyle Dîvân-ı Hümâyûndaki görevinden emekliye sevkedildi (1922). Harf inkılâbına kadar Hat Mektebinde hocalık yaptı (1928). Yetiştirdiği talebelerin en önde geleni Halim ÖZYAZICI (1898- 1964) olmuştur. Yeni harflerin kabulünde faaliyetine ara verip 1929’da Şark Tezyînî Sanatlar Mektebi ismiyle tekrar açılan mezkur müessesede yazı öğretilmediği için buranın müdürlüğüne getirildi. Nihayet bu mektep de 1936’da Türk Tezyînî Sanatları Şubesi olarak Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne bağlanınca burada hüsn-i hat öğretilmesine tekrar müsaade verildi. Burada vefatına kadar yürüteceği yazı hocalığına başladı. Ahmed Kâmil AKDİK, sanat hayatının en velûd ve mütekâmil devresini burada geçirmiştir.

 

Reisü’l-Hattâtîn Hacı Kâmil Akdik hattıyla Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât adlı eseri

Biri 1933, diğeri 1940’da olmak üzere Mısır prenslerinden Mehmed Ali Tevfik Paşa tarafından iki kere Mısır’a davet edildi. Birincisinde Prensin Nil nehri üzerinde bulunan Ravza adasını karaya bağlayarak İslâm sanat ve mimarîsinin hemen bütün devirlerini içine alan bir İslâm sanatları müzesi şeklinde yaptırdığı Menyel Kasrı bünyesinde bulunan mescidin bütün yazılarını yazdı. İkincisinde ise aynı sarayda kurulan hat müzesine konulacak yazıları İbnülemin Mahmud Kemal İNAL (1870-1957) ile birlikte seçip tasnif etti. Günümüzde bir müze olarak kullanılan bu sarayın çeşitli bölümlerinde Ahmed Kâmil AKDİK’in pek çok yazısı bulunmaktadır. 24 Temmuz 1941 gecesi Fatih’teki evinde vefat etti ve Eyüp’te Gümüşsuyu Kabristan’ına defnedildi.

Kabir kitâbesi, oğlu ressam Şeref AKDİK (1899-1972) tarafından yazılmıştır. Hat tarihinde zaman zaman kıdem ve dirayetiyle önde gelen hattatlara verilmesi mutad olan “reîsü’l-hattâtîn” (hattatların reisi) unvanı son olarak 21 Ağustos 1915’te Kâmil Efendi’ye tevcih edilmiştir. Kâmil AKDİK, displinli hayatı ve perhize dikkat etmesi sebebiyle uzun süren ömrünün sonlarında bile el titremesi ve görme bozukluğu gibi sıkıntılar çekmeden seçkin eserler bırakmıştır. Dîvân-ı Hümâyûn’daki resmî vazifesi esnasında dîvânî, celî-dîvânî veya rik’a hatlarıyla yazdığı menşur, berat, muâhede-nâme, tasdîk-nâme gibi evrak dışında yazı hocası olarak hazırladığı meşkler de pek çoktur. Ayrıca sülüs-nesih kıtalar, murakka’lar (yazı albümleri), hilye ve levhalar, kitâbeler, bazı sure ve cüzlerden başka bir de mushaf yazmıştır.Altmış seneden fazla süren bir sanat hayâtı olan AKDİK’e son zamanlarında hiç dinlenip dinlenmediği sorulduğunda verdiği cevâp dikkate değerdir: “Evlâdım, bunu bana bizim hanım da söylerdi. Elimden gelse uykumda da yazacağım. Bu yazının âşıkıyım. Azrail, Allah’ın bende olan emânetini almağa geldiği zaman, elimde şu kamış kalemi bulsa, bütün bir fânî ömrün veremediği manevî ve ilâhî zevki tadarım!”. Hastalığı sırasında da “Öleceğime gam yemiyorum, lâkin şu yazıyı öğrenemeden gidiyorum!» diyen merhumun bu beyânı, onun mahviyetkârlığı kadar, hadimi bulunduğu sanatın da nihâyetsizliğini ömrü boyunca idrâk edişinden doğmuş olmalıdır.En fazla hoşlandığı yazı nevileri olan sülüs-nesihle bizlere üstâdâne hat örnekleri bırakan Kâmil Efendi’nin -Sami Efendi mertebesine erişememekle beraber- celî sülüsle yazdığı yeri sabit eserlerine gelince Fâtih Camii hazîresinde hocası Sami Efendi’nin ve hanımının, ayrıca Ahmed  idhat Efendi’nin; Maçka Mezarlığında da Şeyh Cemâleddin Afgânî’nin kabir kitâbeleri ve Topkapı Sarayı’ndaki (Seferli Koğuşu, Akağalar Mescidi) taşa hakkedilmiş iki bina kitâbesi ilk akla gelenlerdir. Abdülhak Hâmid TARHAN’ın «Türbe-i Fâtih’i Ziyaret» manzumesi de Ahmed Kâmil Efendi’ye tokça sülüsle levha olarak yazdırılmış, zamanın en meşhur müzehhibi Bahaüddin Efendi’ye tezhib ettirilip Hâmid’e de imzalatıldıktan sonra 1916’da merasimle Fâtih’in türbesine konulmuştur.(Programda Sûre-i Feth kırâat olunmuş ve Süleyman Nazif, duvara asılan manzumeyi yüksek sesle okumuştur.) Akdik sipariş üzerine Kâhire’de, Prens Mehmed Ali’nin yaptırdığı Menyel Kasrı’ndaki cami ve türbenin, ayrıca Mahmud Muhtar Paşa ve Hıdiv İsmail Paşa ailesi türbelerinin celîlerini de yazmıştır.

 

Eski hat üstadlarının eserlerini toplamağa çok meraklı olan sanatkârın, Sami Efendi’den sonra, «ikinci hoca ve mektep» saydığı bu koleksiyonu, vefatından sonra Topkapı Sarayı Müzesi’ne -o tarihte on yedi bin liraya- alınmıştır. Merhumun topladıkları arasında, Yâkûtü’l-Musta’sımî’den (ö. 1298) bu yana yetişen üstâdların eserlerinden başka Sami Efendi’nin celî sülüste devrin hattatlarına rehberlik eden Yenicami Sebîli Kitâbesi kalıpları da mevcuttur. İnce yapılı, uzun boylu,  beyaz sakallı, koyu elâ gözleriyle düşünerek bakan, mütevâzi olduğu kadar kibar ve sevimli bir şahsiyetti. İbnülemîn Mahmûd Kemâl İNAL, Son Hattatlar’da şu hâtırayı nakleder (Fonetik tasarruflarla buraya alıyoruz.): “Eline meşhur üstadlardan birinin yazısı geçse define bulmuş gibi mesrur olurdu. Bir gün Nûr-ı Osmânî civarından geçerken tesadüf etdim. Koynuna soktuğu bir şeyin düşmemesi yahud kimsenin görmemesi için bir eliyle üstüne bastığını ve bir şeye sevinen çocuklar gibi gülümseyerek arkasından kovalayanlardan kaçarcasına sür’atle yürüdüğünü gördüm. Birkaç gün sonra görüştüğümüzde keyfiyeti sordum. Bedestan ittisalindeki Eski Sahaflar Çarşısında Şeyh Hamdullah merhumun bir murakkaını bularak ucuzca aldığını, son derece sevinerek gülümsemeden nefsini men’ edemediğini ve bir müfsid hâle vâkıf olup da satan sahafa isitirdad ettirmemesi için acele savuşduğunu anlatmıştı.Zâhirde tıflâne olan bu haller, hakikatda mesleğe olan aşkın şâhididir.

Aşkı meşk etmeyenler, maksudlarına kavuşamazlar.
‘Kimde kim aşkın nişânı vardurur
Âkıbet ma’şûka anı irgürür ’” (İNAL, 174)

Kaynak: http://kutuphane.gumushane.edu.tr

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz